Yarım yamalak bir dram içinde “bir arpa boyu yol alamayanlar”
.
İstanbul seçimlerinin YSK tarafından yenilenmesi kararına karşılık CHP ve Ekrem İmamoğlu’nun büyük bir iştahla mağduriyet rolüne soyunmaları, beklenen, hazırlanılmış ve çalışılmış bir şeydi. Tıpkı seçim kampanyasında attığı her adımın önceden çalışılmış olması gibi.
Kabul edelim ki, İmamoğlu bir seçim kampanyası için çok iyi bir malzeme. Bir seçim sürecine giderken seçmenin psikolojisine göre, ortamın icaplarına göre alması gereken her tavrı alıyor, girmesi gereken her kılığa rahatlıkla giriyor, her yüz halini ortamına göre takınabiliyor.
Yine kabul edelim ki, partisi de genel başkanı da bu sefer kendilerinden epey feragat ederek İmamoğlu’nun hedefe doğru ilerlemesi için önünde engel oluşturacak olan kendileri bile olsa kendilerini kadrajdan yok ettiler. İstanbul seçmeni nezdinde itibarı sınırlarına dayanmış olan Kılıçdaroğlu kampanyadan kendini geri çekti, militan sol, Gezi ve PKK çevreleriyle yakın ilişkisi dolayısıyla her bakımdan olumsuz bir figür olan il başkanı hiçbir kadrajda İmamoğlu ile gözükmemeye çalıştı. Böylece İmamoğlu’nun CHP’nin antidemokratik geçmişinden, HDP ile, aşırılıkçı militan sol gruplarla koyun koyuna ilişkisinden münezzeh plastik masumiyette bir portresi önplana çıktı.
Buna rağmen, bu malzeme, ancak inanılmaz derecede çok iyi organize olmuş bir faaliyetle, seçim sandıklarında yapılan hilelerle sonuç alabilecekmiş. AK Parti oylarının önceki seçim sonuçlarına göre bile bir buçuk oy artmış olduğu halde kazanamadığı tuhaf bir durum oluştu. Farkın ilk etapta 30 bin oy olarak belirdiği bir durumda, sadece bazı bölgelerdeki geçersiz oyların sayımıyla AK Parti’den 17 bin oyun çalınmış olduğu keşfedilince İstanbul’un bütün sandıklarına etki eden bir hile için yeterince güçlü bir delil ortaya çıkmış oldu.
Böyle bir delil varken, sonuca itiraz etmeyi kimse seçim sonuçlarını kabul etmemek olarak niteleyemez. Böyle bir durum başka hiçbir karine olmasa bile kendiliğinden bütün seçim sonuçlarına itiraz hakkı doğurur.
AK Parti’yi en doğal itiraz hakkını kullandığı için “sandığı kabul etmeyenler” safına yazmak zulmün en büyüğüdür. AK Parti seçimi kaybetmiş olduğu, başta Ankara ve Antalya olmak üzere, bir çok yerde büyük bir olgunlukla ve saygıyla sandıktan çıkan kararı bir hak olarak teslim etmiştir. Oysa İstanbul’da ortaya çıkan bu durumda AK Parti itiraz hakkını kullanmamış olsa kendi seçmenine zulmetmiş, sandığın gereğinde küçük oyunlarla manipüle edebilme heveslerini cesaretlendirmiş olurdu. Oysa AK Parti’nin yaptığı şey sandık sonucuna razı olmamak değil, sandığın namusunu kurtarmak, durumun bütün açıklığıyla ortaya koyduğu üzere sandığa bulaşmış bir şaibeyi temizlemektir.
Olayda kimsenin mağdur edildiği yok. İmamoğlu açısından henüz kazanılmamış bir seçim vardır. Elinden alınan mazbata aslında itirazlar sonuçlanıncaya kadar eline verilmemesi gereken bir mazbataydı. Çünkü başabaş giden bir seçim var ve herhangi bir bölgenin itiraz sonuçlarının sonucu etkileme ihtimali zaten çok yüksekti. Kaldı ki, ortaya çıkan ihtilaflı durumda hakları elinden alınmıyor, sadece seçim yenileniyor, bu seçimde tekrar yarışacak, tekrar o uzlaşmacı CHP’li ama CHP’li gibi olmayan, HDP ile kol kola ama lakayt rollerini oynayarak yarışma hakkı var..
Buna karşılık bugün mazbatanın elinden alınmış olması üzerinden bir mağduriyet tablosu yazmaya çalışması sadece fazla garp kurnazlığı. Bu tablodan çıkaracağı mağduriyetle yine Recep Tayyip Erdoğan’n başarı yolunu taklit edeceğini sanıyor. Oysa Erdoğan’ın mağduriyeti de, duruşu da, mücadelesi de, karşısındaki egemen güçler de alabildiğine gerçekti. Erdoğan boğazına kadar büyük sorunlara gark olmuş bir İstanbul’da, halkını sömürüp çevresini berbat eden sermaye çevrelerine karşı mücadele ederek geldi ve kısa süre içinde destanını yazdı. İmamoğlu’nun bugün İstanbul’a anlatacağı hangi hikaye var? İmamoğlu’nun burada çıkaracağı ancak yarım yamalak bir dram olabilir, elaleme güldürmek üzere kendini.
11. Cumhurbaşkanı sayın Abdullah Gül’ün YSK kararını 367 kararına benzetmesi dahi bu yarım yamalak dramı tam bir drama çeviremez, boşuna umutlanmasın. Ama sayın Gül’ün kendi hikayesi ile İmamoğlu hikayesi arasında kurduğu paralellik her bakımdan ibretlik bir hadise olarak kayda geçecektir. 367’deki apaçık zulmü bugün kendi haklarını arayanlara atfetmenin hiçbir vicdanla telafisi yok.
Sayın Gül, “bir arpa boyu yol alamamışız” diyerek bu özdeşleştirmeyi yaparken aslında sadece artık kimlerle ağladığını, kimlerle güldüğünü, kimlerle de yol yürüdüğünü iyice aşikar etmiş oluyor. 367 gibi bir dehayı üreten cin fikirli cellatlarıyla yürünen yol insana ne hissettirir, doğrusu ben bilemiyorum. Allah onların yolundan uzak tutsun. O yol gaflet ve delalet yoludur. Her gün defalarca o yoldan uzak kalalım diye dua ediyoruz.
Sayın Gül de ediyor diye biliyoruz, ama hangi ara AK Parti’nin çok açık bir durumdaki hak arayışını kendisine yapılan bu dalaletle özdeşleştirecek noktaya gelmiş, hayret doğrusu?
Tekrarlayalım, AK Parti’nin yaptığı itiraz kendi seçmenine, temsil ettiği kesimlere karşı bir sorumluluğun ifası, sandığa ve halkın iradesine sahip çıkmanın ta kendisidir.
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi sürecinde, bugün kendileri için ağladığı kesimler, AK Parti’nin sahip olduğu güçlü toplumsal desteğe karşılık sırf toplumsal uzlaşma adına adaylıktan çekilmesi yönündeki vesveselerine karşılık “Temsilde tevazu olmaz” demiştim. Kendiniz istediğiniz kadar mütevazi olabilirsiniz (hatta, tabii ki mütevazi olmalısınız, cahillerden başka kim kibirlenir, ahmaklardan başka kim büyüklenir?) ancak temsil ettiğiniz insanlar adına onların haklarından feragat edemezsiniz.
Sizi seçenler, size güvenenler sizin haklarınızı sonuna kadar savunacak dik duran bir liderlik beklerler. Sayın cumhurbaşkanımızın kişisel ilişkilerinde ne kadar mütevazi olduğunu herkes bilir, ancak ona temsil gücü veren en önemli şey temsil ettiği insanlar adına dik durması, temsil ettiği haklarını kendi kişisel kompleksleri yüzünden başkalarına peşkeş çekmemesi veya kurban etmemesidir. Onun bu temsil kabiliyetidir arkasındaki halk desteğini sürekli ve güçlü kılan.
Yasin Aktay
Yenişafak